ARKA SOKAKLARDA NELER OLUYOR?
Varoşlar ya da bir başka adlandırmayla ülkenin arka sokaklarında madde kullanımı giderek artıyor. Bu yarı kentsel alanlar, gecekondulardan farklı anlamlar taşıyor. Buraların yolları, okulları var. İnsanları en azından bir nesildir bu semtlerde yaşıyor. Ama göçün belirtileri ve yoksulluk, bu semtlerin insanlarında hissediliyor. Arka sokakların çocuklarından ise bali ve tiner kokuları yükseliyor. Uçucu maddelerin yanında ecstasy kullanımı da azımsanmayacak boyutlarda. Belki de ülkenin uyuşturucu sorunu buralardan yükselmeye başlıyor.
Son dönemde sokakta yaşayan çocuklar toplumun gündemine girerken ve üstünde düşünmeye bizi zorlarken, kentin merkezine inmedikleri için toplumun ve medyanın gözünden kaçan arka sokak çocukları ise daha büyük bir sorunun öncülü olarak önümüzde duruyor. Bugün sokakta yaşayan çocuklar için merkezler açarken, kentin arkalarını görmezden gelmemiz, yakın gelecekte bize pahalıya patlayabilir.
Bu semtlerin durumlarının araştırmalara yansıdığını da söylemek oldukça güç. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, araştırmaların özellikle ortaöğretim düzeyinde anket çalışmalarıyla yapılması. Ortaöğretim düzeyinde okullaşma oranının %54 olduğunu düşünecek olursak, bu tip anket araştırmalarının durumu tam olarak yansıttığını söylemek mümkün değildir (Ögel K. ve ark, 2004).
Madde kullanımının sosyal, ekonomik ya da ailevi sorunların bir belirtisi olduğu düşünülebilir. Davranış bozuklukları da yoğun olarak bu tabloya eşlik etmektedir. Bu haliyle sorunun psikiyatrik olmadığı iddia edilmektedir. Halbuki araştırmalarımızda bu çocuklarda depresyon ve başka psikiyatrik bozuklukların görülme sıklığı oldukça yüksek olarak bulunmuştur.
Doğal olarak sorunu sadece tıbbi bir soru olarak değerlendirmek yanlıştır. Toplumun her kesimini ilgilendiren bu sorun karşısında adalet, güvenlik, sosyal kurumlar ve sivil toplum örgütleri yerlerini almalıdır. Herkesin yapabilecekleri ve sınırları da belirlidir.
Toplumsal ve psikiyatrik bir sorunla karşı karşıyayız. Koruyucu psikiyatri çalışmalarına ve önleme programlarına başlamak için uygun bir zaman. Önleme için toplum ruh sağlığı merkezleri de herhalde en gerekli yapılanmalardan birisi olacak.
Arka sokaklar, din, kültür veya ülke ayrımı yapmıyor. Her yerde benzer (Edeh, 1989; Lerner, 1995; Forster, 1996). Biçimsel farklılıklar dışında, yaşananlar aynı…
Toplumsal değişim
Dünyada kentleşme süreci modernleşmeden önce gerçekleşmiştir. Türkiye’de ise tarihsel süreç içinde modernleşme, sanayileşme ve kentleşme birlikte eş zamanlı olarak gelişme durumunda kalmıştır. Kentli nüfusun modernleşmeye çalışan insanlardan oluştuğu söylenebilir. İşte bu mücadele içinde kentleşme süreci biraz acılı ve zor yaşanmaktadır. Bunu kolaylaştıran etkenlerden birisi ise gecekondular olmuştur.
Gecekondular, kentsel ve kırsal kültürün çatıştığı alanlardan birisidir. Ancak gecekondular zaman içinde yeni bir yapı oluşturmaya başlamış ve gerginliği azaltan bir kültürel form oluşturmuştur. Gecekondu, farklı bir kültürel form içerir. Bu haliyle ne kent, ne de kırsaldır. Böylece yaşanan çatışma bir anlamda emilir ve bireyin yediği darbenin şiddeti azalır (Keyder, 2000).
1980’li yıllarda oluşan tüketim çılgınlığı ve toplumsal yapının temelinin değişimi, alt grupları yaşamla daha anlık bir mücadeleye zorunlu bıraktı. İnsanlar, gündelik yaşamaya, günlerini kurtarmaya başladılar. Ekonomik olarak günü kurtarmak, yaşamda kalmak anlamına geliyordu. Ucu ucuna bir yaşam sürdürülmeye başlandı. Zaman içinde bu olgu, bir yaşam biçimi halini almaya başladı. Bu yaşam biçiminin en önemli vurgusu geleceğe yönelik planların tasarlanamaması ve giderek umutsuzluğun belirleyici olmasıdır (Özcan Z, 2002). İşte bu umutsuzluk ya da geleceksizlik, bazı bireylerde yaşamdan uzaklaşmayı getiren ve ölümü yabancı olmaktan çıkaran bir araç görevi görebilir. Yaşamdan beklentinin en alt düzeye indiği, ölümün eskisi kadar soğuk gelmemeye başladığı bir noktada uyuşturucunun “öldürücü” olması önemini yitirir. Bir de uyuşturucunun verdiği hazzı düşünecek olursak, sistemin beceriksizce vurguladığı “uyuşturucu öldürür” mesajının etkisi, kişinin aldığı hazzın yanında hafif kalmaya başlar ve dengeler bozulur.
Yaşamın anlamını yitirmesi, bireyin aynı zamanda yaşam içinde bir “yol haritası”nın olmamasını da doğurur. Karamsarlık ve içe kapanıklık, anlamın sadece hayatta kalmakla sınırlı olmasına bağlıdır. Diğer anlamlar ve yaşam kadere bağlanmıştır. Kaderciliğin yaşamı otomatiğe bağlaması bireyin sorumluluğunu elinden alır. Tinercilerin, balicilerin yaşamlarının sorumluluğunu almaması, sadece basit bağımlı davranışının ötesinde sosyokültürel bir anlam da içerir (Ensign, 1997). Kendi yaşam hedeflerini koymadaki güçlük, yerleşik hale gelen kaderciliğin getirdiği bir tembelliktir. Kimi zaman bu gençlerin koymaya çalıştıkları hedeflerin hiç gerçekçi olmadığını görürüz. Yaşamını tasarlamayı bilmeyen kişilerden, gerçekçi ve olabilir hedefler koyması da beklenmemelidir.
Kentler heterojen mekanlardır. Farklı kültürlerin karşılaştığı arenalardır. Farklı yaşam biçimlerini barındırdığı için, ötekini izleme imkanı da sunar. Farklı yaşam biçimlerini görmek, varoşlarda yaşayan için gerçekle yüzleşme zamanıdır. Gerçeği görmesine ve kaybettiği hissini yaşamasına neden olur. Gerçek her zaman acıdır. Bu noktada kaybedenin yapması gereken acıyı çekmek ya da acıdan kurtulmaya çalışmak değildir. Acıyla birlikte yaşamasını öğrenmek zorunlu bir haldir (Kozanoğlu, 2001).
Acıyla yaşamak aslında bir cezadır. Bu ceza aslında varoşta yaşayan için, yaşamanın bir bedelidir. Doğuştan itibaren bu cezaya maruz kalmaya mahkumdur. Yaşamak artık bir keyif değil, bir acıdır. Bu açıdan bakıldığında dinsel öğretilerin bu gruplarda yaygınlaşması da daha iyi anlaşılabilir. Ama bu cezayı bu dünyada, ödülü öteki dünyada yaşama zorunluluğuna karşı gelenler için en iyi yol sisteme isyan etmektir. Dinin hoş göreceği sabır ve çile kavramları yerine, dinin kabullenmeyeceği isyan yolunun seçilmesi, dinin diğer değerlerinin de reddine yol açar.
80’li yıllardan sonra giderek kendine sağlam bir yer bulmaya başlayan maddi dünya ve insanın bu dünya içinde anlam kazanmaya başlaması, yaşam içinde ahlaki duruşu olan insanların tek ödülü olan onur, insanlık gibi manevi tatmini de ellerinden almıştır. Manevi alanın önemsizleşmesi, onay görmemesi ve hatta horlanması gelir düzeyi düşük, kentin nimetlerinden yararlanamayan ve meyvelerini yiyemeyen kesimin hayal kırıklığını iyice artırmıştır. Bu da isyanı artırmıştır. İsyan tanrıyadır, kaderedir, insanlaradır.
İçindeki isyanı söndürmenin en kolay yolu uyuşturucudur. Ama uyuşturucunun çok önemli bir diğer işlevi ise, isyanını dışa vurabilmek, haykırabilmektir. Mutlu, eğlenen, ekonomik durumları iyi, yaşamları tıkırında olan insanlar arasında kendisini yabancı hissettiği ama güvende hissetmediği sokaklarda artık cesurca dolaşma şansına uyuşturucuyla birlikte kavuşmuştur. Artık fütursuz, korkusuz, cüretkar bir duruşu vardır. Madde etkisi altında iken tehditkar olabilir ve bu tavrından dolayı da mutludur. Şimdi güç ondadır. Parkların, meydanların, sokakların efendisi olmuştur. Tehlikeler umurunda değildir, çünkü kaybedecek bir şeyi kalmamıştır...
Kadere, tanrıya ve insanlara olan isyanları aslında (görünüşte) en son sistemedir. Çünkü halen umutları (sistem içinde) vardır. Kaderin çizgisinin değişmesi ihtimali, tamamen sisteme karşı çıkmayı da engeller. Bu nedenle isyan, ideolojik bir nitelik taşımaz. Sınıfsal bir isyan hiç değildir. Bunun en önemli nedeni isyanın içinde toplumsal bir değişim yaratma ülküsünün var olmayışıdır. Amaç değişim yaratmak değil, sistemin içinde ama öteki tarafta yer almaktır. Amaç, kendilerini dışlayan sistemin üstüne çöreklenmek, “öyle olmaz işte böyle olur” diyebilmektir. Buna ulaşmak için ise, sihirli bir değneğe gereksinim vardır. Sistemin sunduğu ve onayladığı yollardan bu hedefe ulaşmak ve sistemin bir parçası olmak mümkün değildir, onlar için. Bunun için kestirme, yan yollar kullanmak gerekir. Hele bir de uyuşturucu kullanıyorsanız, bildik yolların tümü size kapalıdır. Sihirli değnek, yasa dışı yollardır. Uyuşturucu kullanımı ise, sihirli değnekle karşılaşmayı kolaylaştırır.
Dinen acılara katlanmanın en iyi yolu tevekküldür. Sabretmek ve çile çekmek, acıya katlanmayı size öğretecektir. Ama madde kullanıcılarının en önemli özelliklerinden birisi acıya katlanmaktaki yetersizlikleri ve dayanıksızlıklarıdır. Tevekkül, onlar için bir işkence olabilir. Onun yerine acıyı hızla ve kolaylıkla dindirebilecek yegane şey, bedenlerini uyuşturabilecek maddelerdir. Yaşamla ve sistemle mücadele yerine, yaşamın ve sistemin içinde yok olmayı tercih ederler. Kaybetmeyi kabullenmek ve “ben oynamıyorum” demek acıdan kaçmak, kestirmeden hazza oynamaktır. Hazzın acil olarak yardıma yetişmesi, ödülü sunması, acıyla yaşamayı öğrenmeyi geciktirir hatta engeller.
Kimi zaman uyuşturucunun, kimi zaman da diğer faktörler nedeniyle bu çocukların ve gençlerin eğitimi yarıda kalmıştır. Bilgiyi yaşamın kendisinden alırlar. “Hayat mektebinde” okumanın verdiği avantaj ve dezavantajları taşırlar. Bulundukları ortam, şiddet ve gücün belirleyici olduğu ortamlardır. Babasından, ustasından, arkadaşlarından dayak yer, tacize uğrarlar. Şiddeti yaşarlar, şiddeti öğrenirler. Bu yaşam tarzı içinde pişerler. Şiddeti kimi zaman kendine gösterir ve kollarını keser, kimi zamanda dışa dönük yaşar ve başkalarına gösterir. Delikanlılığın bozulduğu nokta, geleneklerin yok olduğu ve toplumsal değerlerin yıkıldığı andır.
Haksızlığa uğrama duygusu, psikopatik kişiliklerde oldukça yaygındır. Bu duygunun psikolojik açıklamalarının yanında bazı sosyokültürel açıklamalarının da olabileceği iddia edilebilir. Çocukluğu ve gençliği boyunca ezilmişliği, horlanmayı yaşayanların, yaşamlarının ileriki dönemlerinde yaşadıkları her olay karşısında bir refleks olarak hep geçmişteki aynı duyguyu yaşamaları beklenebilir.
Kentin çocukları...
Arka sokakta yaşayan ve madde kullanan çocuklar aslında birer kentlidir. Feodal ilişkilerden kopmuşlar, yeni kentli ilişkiler yumağı içinde yaşamlarını oluşturmuşlardır. Hemşehrilik ya da akrabalık gibi ilişkilerin ötesinde daha çok kendi sınıflarının ya da çıkar gruplarının birlikteliğine inanırlar. Amaçları kent içinde yaşamak ve er ya da geç ölmektir. Köye dönmek gibi bir hayalleri yoktur. Kentin birçok yerini bilir ve giderler. Toplu taşıma araçları, konserler, maçlar gibi kentsel nimetlerden yararlanmayı iyi bilirler. Sadece oluşturdukları ilişki ağları sistemin beklentisi dışındadır. Kente karşı değil, sisteme karşı bir duruşları vardır.
Sokakta yaşamak, ya da madde kullanıcısı olmak, varoş ile anlam kazanan bir kavramdır (McCaskill, 1998). Bu çocukların neredeyse hepsi varoş çocuklarıdır. Varoş kavramı, yoksulluğun izlerini taşır. Dolayısıyla yoksulluk, çevreyi etkileyen ve biçimleyen de bir olgudur. Ama varoş, kendi içinde bir toplumsal yapıyı ve çevreyi betimler. Sosyal ve kültürel bir olguyu anlatır. Bu nedenle bu çocukların varoş çocukları olduğu da bir gerçektir.
Varoşlar yapısal olarak değerlendirdiğimizde, gecekondu semtleridir. Gecekondu semtleri ile ilgili yapılan araştırmalarda hemşehrilik ilişkilerinin hakim, sınıf yerine coğrafi aidiyetin ön planda olduğunu, feodalizmin çözülmediğini görüyoruz. Kentleşme açısından baktığımızda, “kentleşememenin” göstergesi olan bu durum, aynı zamanda kentleşmenin de önünde önemli bir engel olarak durur.
Toplumsal ilişkilerin temelini mikro ölçekte hemşehriliğin yerine akrabalar ve akrabalık oluşturur. Akrabalık ilişkileri, formasyonu, işleyişi, kuralları belirgin, yerleşik birer kültürel yapıdır. Ama kentte bu ilişkiler zaman içinde erozyona uğrar.
Yukarıda anlatılan bu olgunun giderek çözülmesi, madde kullanıcılarının oluşmasını sağlayan zemini yaratmaktadır. Hemşehriler ve akrabalar, bir anlamda koruyucu etkilerini kaybetmeye başlar. Örneğin, aynı gecekondu semtinde birbirleriyle akraba üç ailenin çocukları uyuşturucu kullanamaz. Çünkü, sistemin kendi içindeki iletişim ağı bir nevi alarm görevini görür. Halbuki artık çocukların arkadaşları başka ve “yabancı” ailelerin çocuklarıdır. Bırakın akraba çocukları olmayı, hemşehri bile değildir! İşte bu noktada çevresel çözülmenin etkisini görüyoruz.
Çevresel çözülme, ailenin haberdarlığını ve dolayısıyla çocuk üstündeki etkisini azaltır. Bu nedenle Amerika ve Avrupa’da, madde bağımlılığını önlemek amacıyla uygulanan programlar arasında komşuluk programlarının önemi artmıştır. Anne-baba’nın bu çevresel çözülmeye hazırlıklı olmaması, semt içinde coğrafi ve kan bağları dışında ilişkiler kurmaması da, çocuklar üstündeki kontrollerinin ellerinden gitmesine yol açmaktadır (Ögel, 2002).
Varoşlar, kentin dışarılarında ve kenarlarında yer alırlar. Kentin köşesinde hafif utangaç, içine kapanık yaşar insanlar varoşlarda. Kentin merkezine pek inmezler. Belki kendi yoksul ve kısıtlı yaşantılarından çok farklı şeyler görüp, beklentilerini artırmak ve ezilmişliklerini hissetmek istemezler. Bastırdıkları acıların uyanıp, isyana dönüştürmemektir amaç (Freedman, 2003).
Ama sokak çocukları ellerindeki tinerli bezleriyle kentin tam ortasına inerler. Meydandadırlar. Ya da parklarda! Kiminin bacağına yapışır kiminden para isterler. Fütursuzdurlar. Kentin davetsiz misafirleridir (Çöpür, 1996). “Çevreye verdikleri rahatsızlıktan dolayı” üzgün değildirler. En azından umursamaz görünürler. Varoşlarında durmazlar, kentin göbeğini kaşırlar. Hatta, kenti tehdit derler. Ellerindeki tinerli bezleri ile tehlike yaratırlar. Kent insanının alışık olmadığı biçimde üstüne yürürler. Bir anlamda varoşta yaşamanın hesabını dolaysız/nakit isterler (Ögel K. ve ark, 2001).
Hayatımız arabesk
Popüler kültür, insanın ifade edemediği sembolleri taşıyan bir kültürel formu oluşturur. Bireyin kendini, ötekileri ve ilişkilerini anlamlandırması popüler kültür içinde olmaktadır. Popüler kültür, bireyin toplumsal yansımasıdır.
Öteki Türkiye’nin müziği olarak adlandırılabileceğimiz arabesk, tinercilerin, balicilerin, sokakta yaşayan ya da yaşamaya aday çocuğun müziğidir. Onların müziği olmayı da arabeskin tüm sosyolojik yapısı açıklayabilecek güçtedir. Arabesk kentsel bir müziktir ve kentliler içindir. Sokakta yaşayan çocuklarda kentin tam içindendir. Aynı şekilde bir inşaatın kenarında yapıştırıcı çeken bir çocukta kentin çocuğudur. Yalnızlığa mahkum, karışık çalkantılı duygu dünyalarını anlatan bir müziktir. Arabesk “gün geçtikçe bozulan bir şehri tanımlar ve dinleyenlerini bir bardak daha rakı doldurmaya, bir sigara daha yakmaya, kaderlerine ve dünyaya lanet okumaya çağırır”. Uyuşturucu kullanan ya da sokakta yaşayan çocuklar için kent bozulmuştur ve bir bardak rakı kaderlerine ve dünyaya lanet okumaya yetmeyecektir. Acılarını bastırabilecek yegane şey uyuşturucu maddelerdir.
Kimine göre arabesk göçün müziğidir, kimine göre ise kar amacı güden “kitsch” bir kültürdür. Halbuki arabesk dinleyen herkes göç etmemiştir. Sokakta yaşayan ya da uyuşturucu madde kullanan çocukların hepsi de göç eden çocuklar değildir. Arabesk toplumsal bir tepkiye ya da yansımaya karşı gelir ki, inceleme alanımızın konusu olan çocuklar için de işte bu noktada arabesk vazgeçilmezdir.
Arabesk, kişinin kaderini tayin etmedeki güçsüzlüğünü anlatır. Arabesk filmlerde adaletsizlik ana temadır. Filmlerde olayın kahramanı adaletsizlik karşısında şiddet kullanmak zorunda kalır ve “mapusa” düşer. Yalnızlık, yabancılaşma ve tecrit işte bu sahnelerde olgunlaşır. Ama onu buna sürükleyen davranışlar, onun tek seçeneğidir. Bir anlamda o, buna zorlanmıştır. İşte bu haliyle bir arabesk tanımlaması, aslında sokakta yaşayan çocuk tanımına da olduğu gibi uymaktadır. Elinde olmayan nedenlerle (ki bunlar ailesi, okul sistemi ya da tümüyle toplumsal düzendir), tek seçenek olarak sokağı seçmiş ya da daha doğrusu sokağı seçmeye zorlanmıştır. Sokağa düşmeden önce yaşadığı yalnızlığı artık marjinalliğe dönüşmüştür. Artık adaletsizliğe isyan edebilir ve buna karşı şiddet kullanabilir. Şiddet ise onu tecrit olmaya kadar götürecektir (Işık C, 2002).
Arabesk belki de marjinalliğin müziğidir. Kent ile devletin ayrıştığı noktada yabancılaşmanın acısıdır da diyebiliriz. Peki arabesk bir protesto mudur? Aslında Amerika’nın veya Avrupa’nın arka sokaklarının çocuklarının isyan aracı hip-hop ile rabeskin bir farkı yoktur? Arabesk bir protest müzik olmamakla eleştirilir. Arabeskin bir protesto olmaması arabeskin yücelmesindeki belki de en önemli etkenlerden birisidir. Arabesk içten içe bir protestodur. İsyan etmesi yasaklanmış bir gençliğin sisteme ve devlete karşı sessiz ve anlamlı bir direnişidir. Müzik eşliğinde iç çekmeler ve oflamalar aslında birer yüksek sesli homurdanmadır.
Arabesk ile alkol iyi gider. Aslında arabeskin oldukça muhafazakar ve geleneksel yapısı çözülmemiş bir toplumun müziği olduğunu düşündüğümüzde, alkolün bu müzikteki yeri yadırganabilir. Halbuki arabeskte alkol düşüşün son noktasıdır. Martin Stokes’a göre “arabesk şarkı sözlerinde ve filmlerinde alkol, başrol oyuncusunun batışının hem göstergesi hem de sebebi olarak sunulmaktadır. Alkole yönelim, kaderin basitçe kabul edilmesinin kanıtı, sorumluluktan ve olayları değiştirecek aktif bir tutumdan kaçınma kararı olarak görülmektedir”. Düşüşün en son noktası sokak ise, alkolün gücü buna yetmeyebilir. Bu kadar batmaya yetebilecek tek şey, bir şişe selülozik tinerdir.
Müslüm Gürses’in sessiz ama gür isyanları otçuldur. Popstar Bayhan’da ise isyan, daha tinerli, balili veya haplıdır. Onun suçlu geçmişi, aynı arabesk Türk filmindeki mecbur olduğu için kötü olan gençlerin yaşamı olarak görülür. Haksızlığa uğramış, acı çekmiş, ezilmiş bu genç adam için popstar isimli TV programı artık bir sihirli değnektir.
Türkiye’nin de arka sokaklarında artık hip hop var, rap var. Hiç İngilizce bilmemesine rağmen arka sokaktaki çocuk Eminem hayranı. Değişmeyen tek şey ise “isyan”!
Kimi zaman uyuşturucu kullanan çocukların yaptığı ve kendi deneyimlerimizle adlandıramadığımız davranışlara şahit oluruz. Ya bir ormanlık araziyi yakmıştırlar, ya da korunaklı bir yerde kalmak isteyen arkadaşlarını baştan çıkarmışlardır. Bu bize göre bir ihanettir. Bir düşmanlıktır. Onlara göre bu tür davranışlar, lanet okunan dünyadan bilinçsizce yapılan bir intikam alma çabasıdır. İntikam çocukça olmuştur ama hedefe uygundur (Ögel K ve ark, 2003).
Şekil: Arka sokakların alternatifleri
Şekil için tıklayın...
Yoksulluk
Yoksulluk, çocukların sokakta madde kullanmalarını ve sokakta yaşamalarını açıklamaya yetemez. Hele tinerin ya da yapıştırıcıların kullanılması için asla yeterli bir açıklayıcı etmen olamaz. Her yoksul olan “tinerci” değildir ve “tinerci”lerin hepsi de tam anlamıyla yoksul değildir. Ama “tinerci”lerin, “balici”lerin ya da sokakta yaşayan çocukların yoksulluğun genel izlerini taşıdıklarını söyleyebiliriz.
Sokak aslında damsız bir yoksul evidir. Sokak hiçbir zaman rahat değildir. Ama yoksulların evi de rahat değildir. İki göz odada beş çocuk ve anne baba yaşar. Sağlık şartları yetersizdir. Su yoktur. Soğuktur. Sokakta soğuktur, sağlıksızdır. Ama sokakta hiç olmazsa, her akşam eve alkollü gelen ve dayak atan bir baba yoktur. Sokağa kaçan çocuk, her gün annesinin hem çalışıp, hem acı çekmesine tanık olmaz. İçsel acıların çekilmemesi ya da azalması umuduyla sokağa kaçar çocuk. Ardından yeni travmalar ve acıların eklenmesi kaçınılmazdır ama o anda tek amaç acilen iç acılardan kurtulmaktır (Işık O, 2002).
Yoksulluk muhakkak ebeveynlerin çocuklarına olan ilgisini ve onlara harcadıkları zamanı da azaltmaktadır. Yoksulluğun acıları tahammül sınırlarında gezer. Tahammül gücünü zorlar. Evdeki sorunlu çocuk tahammül sınırlarının taşmasına yol açar. Hem yoksulluğu, hem de zor bir çocuğu idare etmek her “baba” yiğidin harcı değildir. Kimi zaman gözden çıkarılan çocuk olur.
Yoksulluk, ebeveynin çocuğunu izlemesini de zorlaştırır. İki vardiya çalışmak, çocuğun hangi saatte eve geldiğini şaşırtır insana. Saatler ve mekanlar karışır. Bir ötedeki boş inşaatta çocuğunun bali çektiğini fark edemez baba. Evden kaçan çocuğu takip etmek için kente inmek gerekir. Bunun için dolmuş parası gerekir. Hastaneye götürmek gerekir. Doktora götürmek gerekir...
Yoksul kadının, “mahkumiyet mekanı”dır evi. Kadın evinde yaşar, evini bilir. Eşi ve çocukları eve gelir, evden giderler. Karmaşık toplumsal ilişkilerden haberi yoktur. Yokluk içinde evi var etmeye çalışır. Yoksulluğun acısını çocuğuna hissettirmemek için tek çaresi ona bakmak ve bu arada sevgisini göstermektir. Çocuğu hakkında bilgisi, yaşadığı mekanla kısıtlıdır (kısıtlanmıştır).
Yoksul birisi için çocuğunun kendi hayatını kurması kadar rahatlatıcı bir şey olamaz. Çocuk sokakta çalışıyor, kendi gelirini kazanıyor ve hayatını kurtarıyorsa anne-baba rahatlar. Çocuk, artık bakılması gereken değil, kendine bakan ve hatta kimi zaman eve bakandır. Bu nedenle onun sokakta olması bazı aileler için bir artı bile olabilir. Çocuk evden kaçtığında bir boğaz eksilir. Onun evde olmamasının verdiği hüzün, kimi zaman onu doyuramamanın verdiği acıdan daha az olabilir.
Çocuğuna bakamamak aslında kültürümüzde anne-baba için utanç duygusuna yol açan, büyük bir başarısızlıktır. “Bir çocuğuna bile bakamadı”. Bu lafı duymak istemez anne, baba. Kendine bile itiraf etmesi zordur anne baba için. Ama kimi zaman yoksulluk bunun bir özrü olarak kullanılabilir. Bu özür, külliyen yanlış değildir ve anne ve babayı da rahatlatır.
Zengin aile çocuğu sokak çocuğu olmaz mı? Zenginlerin de çocukları madde kullanır ve bağımlı olur. Ailesinden ayrı yaşamaya, yaşamını arkadaşlar ile sürdürmeye başlar. Ama bildiğimiz anlamda sokak çocuğu değildir onlar. Onlarda köhne ve yıkık evlerde yaşarlar, hırsızlık ve dilencilikle yaşamlarını sürdürürler. Ancak arkadaşları arasında varoş çocukları yoktur. Tiner değil, başka maddeleri tercih ederler. Onlar, farklı sınıfsal ilişkiler içinde sokak çocuklarıdır. Biraz büyüyüp sefaletlerini sona erdirmeye karar verdikleri zaman da, onlara en azından ekonomik anlamda sahip çıkabilecek aile desteğini bulabilirler. Beğenmeseler de, en azından sığınabilecekleri bir limanları vardır.
Varoşta anne baba olmak
Anne ve babalar, zorlu birer öykünün kahramanıdırlar aslında. Araştırmalar, gecekondu semtlerinde yaşayan yetişkinlerin önemli bölümünün 18 yaşından daha küçük yaşta kente geldiklerini göstermektedir. Göç ile sadece mekansal bir değişim değil, toplumsal bir değişim de yaşamışlardır. İstedikleri kadar eğitim görememekten ya da eğitimlerini zor koşullar altında tamamlayamamaktan yakınırlar. İş değiştirme sayıları üçü geçmektedir. Tüm bu zorlukları “çocuklarının geleceği” için yaşamışlardır.
Babalar, bu büyük toplumsal değişime ayak uydurmaya çalışırken, en büyük beklentileri evlerinin birer sığınak olmasıdır. Sabah işe gitmek bir anlamda savaşa çıkmaktır. Dışarıda değişimi yaşarken, evde geleneği ve değişmezliği yaşamak isterler. Tüm bu beklentilerinin yanlış olduğuna ancak zaman içinde varırlar. Çünkü evde de bir değişim yaşanmaktadır. Anneler evlerinde “mahkumiyet mekanlarında” yaşamayı kabullenmişken, çocuklar ise kentli olmayı ve kentte yaşamayı öğrenmişlerdir ve tercihlerini kentli olma yönde kullanırlar.
İşte bu beklenmedik gelişme yeni bir çatışmanın varlığını getirir. Dışarıda kente uyum sağlamış gözükme çabasını veren baba, evde yırtıcı bir aslana dönüşebilir. Bunun en önemli nedeni, aslında değişimi kabullenmemiş olmasıdır. Sokakta değişmiş görünmekle idare edebilmekte ve toplumla başa çıkabilmektedir. Ama bu, evde yürütülemez bir stratejidir.
Babanın aile içindeki varoluşu ve davranış kalıpları babasından gördüklerinden fazla ya da farklı değildir. Köy ya da jandarma bölgesi altındaki gecekondu yaşantısıyla, belediye olmuş kent içindeki sorunlar ve bunlara verilen tepkisel davranışlar büyük farklılıklar göstermek zorundadır. Daha ilkel yöntemler bir önceki yaşanan toplumsal düzeyler için yeterli olabilirken, yeni kent ortamında daha karmaşık, hamleler arasında ciddi bir bağıntı gerektiren, stratejik yaklaşımlar uygulanmalıdır. Bu noktada ortaya çıkan ise, sorunla başa çıkmakta aşikar bir yetersizlik olmaktadır.
Anneler için ise durum biraz daha farklıdır. Anne toplumsal mekan ve yapı ne olursa olsun annelik işlevlerini yerine getirmeye çalışır. Her durumda çocuğunu korumaya çalışmakta, onun yanında sevgisiyle var olmaya özen göstermektedir. Geleneksel ilişkiler yapısı içinde, babaya söz geçirme hakkına sahip değildir.
Aslında söz sahibi olsa bile, kent yaşamı ile ilgili önemli bir fikri olmaması nedeniyle gerçek anlamda çatışmanın çözümüne de katkısı düşük olacaktır. Anne daha kabullenmiş ve destekleyici rolünü sürdürür. Annenin bu duruşu kimi zaman madde kullanan çocuğun, madde kullanım davranışının sürmesine yol açar.
Anne sıklıkla eş bağımlı (co-dependent) konumundadır. Çocuğunu kaybetme korkusu nedeniyle, onun bağımlığını ve madde kullanım davranışını destekleme yönünde davranır. Sınır koyma yetilerinin düşüklüğü ve sadece annelik iç güdüleri ile davranışı, çocuğunun madde kullanmasını engelleyemez (Mcgarvey, 1996; Gabel, 1998).
Özetleyebilmek zor! Ama arka sokakların iki yolu var. Birinci yol ucu ucuna yaşamayı, ekonomik anlamda günü kurtarmayı öğrenmek, geleceğe yönelik planlar yapmamak, karamsarlık ve umutsuzluğu seçmektir. Bunların sonucu kaderci olmak, sorumluluk almamak ve uyuşturucu kullanmaktır.
İkinci yol ise isyandan geçer. Kent merkezinin gerçeğini yaşamak, kaybettiği hissini derinde hissetmek ve acıyla yaşamanın cezasını çekmekle başlar arka sokakların çocuğu. Ya bunları kabullenir, sabreder ve çile çeker ya da isyan eder. İsyan tanrıya, kadere ve insanlara olabilir. Bazılarında bu isyan ekonomik ve sosyal sisteme yönelik olmaz.
Ekonomik ve sosyal siteme yönelik isyan da sonu aynı noktaya giden iki farklı yol izler. Bir grup “öyle olmaz, böyle olur” tavrına girer, sistem içinde kestirme yollar bulmaya çalışır. Daha sonra “delikanlılık” bozulur, gelenekler yok olur, değerler kaybolur, haksızlığa uğrama duygusu ön plana çıkar. Bu yol suç ile sonlanır.
İsyan yolunu seçen diğer bir grup ise, tevekkül edemez hale gelir. Uyuşturucu kullanır. Bunu kendini dışarı vurabilmek veya kabullenmek ve bastırabilmek için yapar. Kendine veya çevreye şiddet göstermeye başlar. Bu noktadan sonra “delikanlılık” bozulur, gelenekler yok olur, değerler kaybolur, haksızlığa uğrama duygusu ön plana çıkar. Bu yol da suç ile sonlanır (şekil 1).
Bir örnek olarak İstanbul!
İstanbul kentleşme ve getirdiği sorunlar açısından yukarıda anlattıklarımıza iyi bir örnek oluşturur. Tinerciler, baliciler sadece İstanbul’un sorunu değil. Ama bu konuda İstanbul en önde giden kentlerimizden birisi. Sorun, diğer kentlerde yeni yeni doğarken, İstanbul olgunluk çağını yaşıyor.
İstanbul hızla değişmiştir. Yıllar içindeki değişime rakamlarla baktığımız zaman sorunun kökenlerini daha iyi anlıyoruz.
1. İstanbul giderek geleneksel aile yapısından çekirdek aile yapısına doğru dönmektedir. Çekirdek aile tipi Türkiye genelinde %50 iken, bu oran İstanbul’da %60 civarındadır. Çekirdek aile yapısının önem kazanması, geleneksel aile yapısının bozulması çocuklar üstünde aile kontrolünün azaltan bir durumdur.
2. İstanbul’da yaşayanların sadece %37’si İstanbul’da doğmuştur. Geri kalanı Türkiye’nin farklı illerinden göç eden aileler oluşturmaktadır. Göç, özellikle kentin ikinci ve üçüncü jenerasyonunun ruh sağlığını etkilemektedir. Göçün etkileri, gençler üzerinde şimdi şimdi gözükmektedir.
3. Sınıfsal farklılaşma son 10 yıl içinde artmıştır. Esnaf ve zanaatkarlar ya işveren olmakta, ya da işçi durumuna geçmektedir. Kendi hesabına çalışanların oranı 1970 yılından 1990 yılına kadar %20’den %15’lere düşmüştür. İstanbul’da çalışanların dörtte üçü artık ücretlidir. Sınıfsal farklılaşma, sesli ya da sessiz sınıfsal isyanları da beraberinde getirmektedir. Bu isyan kimi zaman, bireyin ruhu içinde patlak verir.
4. İstanbul genç bir kenttir. Yaş ortalaması 24,5 civarındadır. Genç kentin, sorunları da genç olacaktır. Gençlik sorunları kent içinde uyuşturucuyla patlak verir. Tüm dünyada da böyledir. Bunun için özel siyasal açıklamalar bulmaya çalışmak, sorunun çözümünü görmemizi zorlaştıracaktır.
5. Türkiye genelinde lise mezunu %10’lar civarında iken, İstanbul’da bu oran %26 civarındadır. Daha iyi eğitim düzeyi, gençlerin beklentilerini artırmakta, gerçekleşmeyen beklentiler, hayal kırıklıklarına dönmektedir. Hayal kırıklıkları da isyanlara...
6. Kişi başına düşen gelirin en yüksek olduğu illerden birisi İstanbul iken, Türkiye’de gelirin en adaletsiz dağıldığı ilin de İstanbul olduğu belirtilmektedir. Nüfusun en varlıklı %20’si gelirin %57’sini alırken, en yoksul %20’sinin payı ise %4.6 bulunmuştur. Yoksulluk, toplumsal yaraları artırır. Kanamaların durması gecikir, yaranın kabuklaşma süreci geç olur.
7. Ortaöğrenim çağındaki gençliğin %45.6’sı okul dışındadır. Bu gençler ne yapıyor? Çalışıyorsa, hangi ortamlarda ve hangi koşullarda çalışıyor? Çalışmıyorsa, nerde oturup, nerede sohbet ediyor?
Yukarıda yer alan rakamlar, Mustafa Sönmez’in 1980’den 2000’e değişim kitabından alınmıştır. Genelde rakamlar 1990 yılına aittir. Rakamların 1990 yılına ait olmasının, günümüze ışık tutmayacağı sanılmasın. Çünkü İstanbul’da sorun zaten o yıllarda iyice filizlenmiş ve kendini göstermişti. Şimdi meyvelerini (!) topluyoruz. Unutmayalım ki, kentsel gelişim sürecinde rakamlar diğer kentlerde de böyle olduğu sürece, diğer kentler de İstanbul’un bu yaşadıklarını yaşamaya mecbur kalacaktır!
Kaynaklar
Freedman JL, Sears D., Carlsmith JM. Sosyal psikoloji. Çev. Dönmez A. İmge kitabevi yayınları, 2003
Forster LM, Tannhauser M, Barros HM. Drug use among street children in southern Brazil. Drug Alcohol Depend. 1996 Dec 2;43(1-2):57-62.
Çöpür Mazlum. (1996) Uçucu madde kullanan çocukların psikososyokültürel özellikleri. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlık Tezi. İstanbul.
Edeh J. (1989) Volatile substance abuse in relation to alcohol and illicit drugs. Psychosocial perspectives Human Toxicology. 8 (4): 313-7.
Ensign J, Santelli J.Shelter-based homeless youth. Health and access to care. Arch Pediatr Adolesc Med. 1997 Aug;151(8):817-23.
Gabel S, Stallings MC, Young SE, Schmitz S, Crowley TJ, Fulker DW. (1998) Family variables in substance-misusing male adolescents: the importance of maternal disorder. Am J Drug Alcohol Abuse. 24(1):61-84.
Işık C, Erol N. Arabeskin anlam dünyası. Müslüm Gürses örneği. Bağlam yayınları 181, 2002
Işık O, Pınarcıoğlu MM. Nöbetleşe yoksulluk: Sultanbeyli örneği. İletişim yayınları, 238. 2002
Keyder Ç. İstanbul: Küresel ile yerel arasında. Metis yayınları, 2000
Kozanoğlu C. Yeni şehir notları. İletişim yauınları, 2001
Lerner R, Ferrando D. Inhalants in Peru. NIDA Res Monogr. 1995;148:191-204.
McCaskill PA, Toro PA, Wolfe SM. Homeless and matched housed adolescents: a comparative study of psychopathology. J Clin Child Psychol. 1998 Oct;27(3):306-19.
Mcgarvey E.L., Canterbury R.J., Waite D. (1996) Delinquency and family problems in incarcerated adolescents with and without a history of inhalant use. Addictive Behaviours. Vol.21,No.4, 537-542.
Ögel K, Aksoy A, Liman O, Sorgun E. (2003) Sokakta yaşayan çocuklar ve madde kullanımı. Ek-Bil yayıncılık, İstanbul
Ögel K. Ve ark. Gençlerde madde kullanım yaygınlığı ve özelliklerinin değerlendirilmesi 2001 araştırma sonuçları. Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği, yayın no:2,2001
Ögel K., Tamar D. Lise gençleri arasında sigara, alkol ve madde kullanım yaygınlığı. Türk Psikiyatri Dergisi. 12 (1): 47- 52, 2001
Ögel K., Türkiye’de Madde Bağımlılığı.IQ Kültür Sanat Yayıncılık:15, Araştırma- İnceleme-Psikoloji Dizisi: 4,2002
Özcan Z. Nilüfer Göle ile toplumun merkezine yolculuk. Da yayıncılık, 2002
Sakallı N. Sosyal etkiler: Kim kimi nasıl etkiler. İmge kitabevi yayınları, 2001
Rohr ME.Identifying adolescent runaways: the predictive utility of the personality inventory for children. Adolescence. 1996 Fall;31(123):605-23.
Sönmez M. İstanbul’un iki yüzü: 1980’den 2000’e değişim. Arkadaş yayınevi, 1996
Türkdoğan O. Çağdaş Türk sosyolojisi. IQ Kültür sanat yayıncılık. 2003
|